Posts tagged hayat

55 Yaşıma Mektup

Nasıl geleceğini ya da gelip gelmeyeceğini bilmediğim bir yere seslenmek istiyorum bu kez…

Sevgili kendim,

Bunu sana yirmi yıl öncesinden yazıyorum o günlere erişip, erişmeyeceğinden emin olmayarak. Sahi geldin mi o yaşlara? Ununu eleyip eleğini astın mı? Neler yaşadın, neler gördün? Çok merak ediyorum. Ve bu yaşımdan hayal ettiklerimi sormak istiyorum gelecekteki sana.

Çalışmaktan hep keyif aldın, çalışmanın seni hep iyileştirdiğine, iyi geldiğine inandın. Ne zamana kadar çalıştın ya da hala çalışıyor musun? Kurumsal yaşama devam edip, unvanlar alıp, kartvizit değiştirip, her tatilde çılgın beyaz yaka kaçamaklarına devam ettin mi bunca sene? Tuhaf zaman kipleri olan bu yaşamda tatmin oldun mu? Yoksa sakin bir yere yerleşip, sessizliğin içinde kendini duymaya çalışıyorsun? sevdiğin hayvanlara baktığın ve sadece kendine odaklandığın bir yerde misin? Pilates eğitmenliği konusunda birtakım hedeflerin vardı, gerçekleştirdin mi? Ve yahut gittin mi diline bile hâkim olmadığın bir ülkeye? Nasıl oralar? Mevsimini, insanlarını, doğasını sevdin mi? Neredesin?

Hayallerinde yaşattığın o teraslı ya da bahçeli evde mi nefes alıyorsun denizi görerek? Çiçek bakmayı hiç beceremezsin, bu yüzden kendine yılbaşında plastik kokina almıştın hatırlıyorum ama şimdi bahçene çiçek mi dikiyorsun yoksa bari işe yarasın diye organik domates, salatalık fideleri ile mi uğraşıyorsun? Hah, kesin iki arık domatesle salça yapmayı deniyorsundur 😉 Ya reçeller.. Her meyveyi bekletip, reçel yapıp, renkli kavanozlara koyup sevdiklerine götürüyor musun hala? Konserve denemelerinden vazgeçmişsindir umarım. Çünkü maalesef kavanoz kapatmayı beceremediğin için hep bozulurdu yaptıkların. Ama vazgeçmeyip başardıysan da tebrik ediyorum seni.

Aşka aşık, sevgiden beslenen, sevgiyle büyüyen ve insanları seven biriydin sen. Aşık oldun mu mesela? Bunca şeye rağmen hayallerinde yaşattığın aşka erişebildin mi? Birini sevdiğini anlamak için “yüzüne baktığımda gülümseyebilmem yeter” derdin hep, baktığında gülümsediğin bir yol arkadaşın oldu mu? Güne, birinin gözlerine bakıp, “iyi ki sensin” diyerek uyanıyor musun? Yüzüne bakıp, “ödül gibisin” diyecek kadar çok seviyor musun bir adamı? Kadehlerinizi keyifle tokuştururken neler yaşadık, nelere direndik diyebiliyor musunuz? Markete kim gidecek, ışığı kim kapatacak diye tatlı tatlı didişiyor musun biriyle? Aklın karıştığında, üzüldüğünde, kırıldığında ve yahut çok sevindiğinde ilk koştuğun kişi o mu, yoksa hala altın kızları arayıp heyecanını ilk onlarla mı paylaşıyorsun, meraktayım. Ne demiş bilir kişiler; sohbet etmek için aileni arıyorsan yalan olmuştur o evlilik. Ne durumdasın? Belki de evlenmedin. Zaten o imzaya hiç önem vermezdin ki. İnsanın bir imza ile on dakikada evlendiği kadar bir imza ile de beş dakikada boşanabildiğini savunurdun hep.

Çocuğun var mı ya da çocukların, yoksa bu kadar okuduğun kitabı tecrübe edemedin mi, uçup gitti mi boşluğa? Bu zamanlarda geleneksel annelere hep öfkeliydin, uğruna savaştığın o bilge anneliği yapabiliyor musun? Hayır dediğinde açıklayarak, ikna ederek ve fikrini saygı duyarak, bir çocuğu sınırsızca ve sabırla dinleyebiliyor musun? Kızın mı var oğlun mu? Kızın varsa şayet ülkede kadın olmanın zorluklarını ama muhteşem ayrıcalığını anlatabildin mi? Oğlun varsa nazik ve tevazulu bir erkek olmanın kılıbıklık değil iyi insan olmak demek olduğunu öğretebildin mi? İyi insan olmanın yastığa başını koyduğunda vicdanına hesap vermemek ve onunla savaşmamak olduğunu öğrettin mi? Sevgiye ve şefkatin gücüne sonsuz inanırdın sen, anlatabildin mi bebelerine saf sevginin her şeyi iyileştirebildiğini? Tedavi etmek değil de iyileştirmek olduğunu…

Hayalini kurduğun o kitabı yazabildin mi, merak ediyorum doğrusu. İçinde dolup taşan düşünceleri ve duyguları kağıda dökmeyi uzun yıllarca sevdin. Bu bazen deneme yazıları oldu, bazen çok sevdiklerine mektuplar oldu. Ama bir kitap vardı hayalini kurduğun. Ya simsiyah bir zemin üstüne beyaz çizgilerden ya da bembeyaz bir zemine siyah çizgilerden oluşan bir kapak hayal ediyordun ilk bakışta anlaşılmayan. Çizdirdin mi? Giriş kısmına bilgi içermediğini ve fakat bolca farkındalık olduğunu yazacaktın ki okurlar çok büyük beklentilere girmesin. Yayınladın mı o kitabı?

Sahi sen yaşlandın mı, yaş mı aldın?

(Fonda Duman, Akıbet çalarken…)

 

Zamana Bıraktıklarımızı Hayat Bize Bırakmıyor

Öğrenmelerin, keşfetmelerin epeyce sert olduğu bir zaman yine. Bazen neye üzülüyorum biliyor musunuz? Aslında çok iyi biliyorum dediğim bir şeyleri bilmediğimi fark etmeye. Bir de böyle şeyler tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. O zaman daha çok canımı acıtıyor.

Çok sevdiğim bir insanı daha hayatımdan uğurlamış olduğum bir zamanda olduğum için bugün gündemimi ertelemek olarak seçiyorum.

Çok sevdiğim bir hocam vardı üniversitede. Hayatımda izi var dediğim ender nadir insanlardandı kendisi. Çok kilit şeyler öğrenmiştim. Mesela sınav geçmenin, notun aslında hiçbir şey olduğunu. Mesela bazı kelimelerin asla tanımının olmadığını, sözlüklerin de yanılabildiğini ve üstüne ben bir şeyler eklemiştim. Tanımlayamadığım şeyler üzerinden kendimi yargılamamayı öğrenmiştim. Beni ve yaptıklarımı takdir etmeyi bilen, öz güvenimi perçinleyen, abi yarısı dediğim biriydi. Dün birden artık yaşamadığını öğrendim.

Gördüğüm anda gözümden yaşlar indi inmesine de neye ağladığımı anlamam biraz zaman aldı. Zor bir savaş veriyordu sağlığıyla belki de bekliyordum bu haberi. Beni o an hıçkıra hıçkıra ağlatan şey yaşadığım yerde tedavi gördüğü zaman kendisini görmeyi şu veya bu sebepten ertelemiş olmamdı. Ha bugün ha yarın giderim derken o başka bir şehre gitti tedavi için. Ve sonrası malum… Kendime öfkelendim, kızdım, hırpaladım ama hak etmiştim bunu. Ben ki herkese ertelemeyin diyen bir kadın, anı anda yaşamaya önem veren bir kadın… Nasıl yaptım bunu diye düşündüm. Düşündükçe ağladım, ağladıkça düşündüm. Şimdi ise beni bir yerden gördüğüne inanıp, özürler diliyorum ertelediğim için.

Sahi neden erteliyoruz? Hayatımızdaki her şeyi ve hatta herkesi fütursuzca neden erteliyoruz? Kim biliyor ki yarın sabaha uyanabileceğimizi. Kim biliyor ertelediğimiz şeyi yapmak için yeni bir fırsatımızın olacağını? Belki bir daha şansımız olmayacak. Sonra ne hissedeceğiz? Kocaman bir pişmanlık. Ah keşke şöyle yapsaydım, böyle deseydim diye diye sızlanmalar. Ama asla geri getiremeyeceğimiz anlar toplamı… Heraklitos’a hak vermemek elde mi? Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz!

Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde herkes her şeyi bir şekilde erteliyor. Neden? Dünyevi şeylere bu kadar kapılıp neden ruhumuzu doyurmayı ve sevdiklerimize iyi hissettirmeyi erteliyoruz? Ruh, elle tutulup gözle görülen bir şey değil diye mi? Sevdiklerimiz hep cebimizde ve bizi sevmekten asla vazgeçmez diye mi bu boş vermişlik? Emin olun herkes her şeyden vazgeçer zamanı gelince. Hatırlatmak istedim.

Kalbim Bu Asrın Dengi Değil

Bu başlığı bir sosyal medya gönderisinde görüp, aşık olmuştum. Nasıl güzel bir cümle bu diyerek. Öyle ya insan, her zaman bir insana aşık olmaz, olmamalı da… Üstünde biraz düşündüm, biraz kendimi dinledim ve karar verdim; ben de bu asrın insanı değilim maalesef. Kalbim çok başka bir zaman diliminde, gönlüm çok başka bir tabiatta sanki. Bazen içinde yaşadığım düzende fazlasıyla eğreti hissediyorum kendimi. Alışkanlıklarım, inandıklarım, savunduğum değerler geçmişte bir yerde kalmış gibi.

Modern dünya düzenine elbet uyum sağlıyorum, mesajları, tweetleri kullanıyorum ama hala iki satır mektup yazmanın, kağıdın kalemin büyüsünden kendimi alamıyorum ve kağıtlara yazmanın gücüne fazlasıyla güveniyorum. Günler geçip, yaşım ilerledikçe yazdıklarıma, yazılanlara okuyup, iç dünyamda mini mini yolculuklar yapmayı seviyorum.

Teknolojinin gerekliliği su götürmez bir gerçek. Ama bir ana ait karenin bin farklı karede hayat bulup, içinden en fotojenik olanının seçilmesini anlamlı bulmuyorum. Neden fotoğraf çekiyorum ki? O anı ölümsüzleştirmek ve o ana imza atmak değil mi amacım? Ve fotoğrafların basılması gerekliliğini savunuyorum. Eskidikçe, sarardıkça bakıp bakıp “vay be, ne günler geçirmişiz.” diyebilmek istiyorum.

İnsanların birbirini yanlış anlaması için dokuz ihtimalin olduğunu söylemiş Slyvine Herpin*. Kendini doğru ifade edebilmenin hayatı kolaylaştıran bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Kurduğum hiçbir cümlede karşımdakine “acaba” dedirtmemeye özen gösteriyorum. İletişimde olduğum kişiyi herhangi bir konuda şüpheye düşürmüyor oluşumun da ona bir çeşit değer verme yöntemim olduğuna inanıyorum ve “aslında şunu demek istedim, öyle demek istemedim” gibi cümleleri mümkün olduğunca kurmamaya özen gösteriyorum.

Sevgimi asla saklamıyorum ve ifade etmek konusunda cimri davranmıyorum. Ne yaşanırsa yaşansın, ne kadar kötü durum hasıl olursa olsun sevginin saklanmaması ve ifade edilmesinin gerekliliğinin mühim olduğunu ve sevginin sınava tabi tutulmaması gerektiğini düşünüyorum. “seni seviyorum” dediğim zaman kendimi zayıf hissetmiyorum, aksine güçlü hissediyorum. Birini sevmenin ona verilmiş bir ödül değil aslında kendime verdiğim bir ödül olduğunu düşünüyorum. Hem zaten söylemeyeceksem neden seviyorum ki?

“Gerçek sevgi eylem gerektirir. İcraat ister. Banyo kapısının arkasındaki çalı süpürgesi de beni seviyor olabilir mesela, değil mi? Varsa bile gizlenen, gösterilmeyen sevginin hiçbir değeri, hiçbir önemi yok. Sevdiğinize, sevginizi hissettirin. şeklinde bir pasaj okumuştum bir kitapta. Sevgiyle alakalı hislerim karıştığı zamanlarda hep bu sözü anımsıyorum.

Niyetin saflığına gönülden bağlıyım. Bazen başkalarına kırılabiliyorum, darılabiliyorum ama bunun karşılığında “ben de onu şöyle acıtmalıyım” demiyorum. Karşılığını bulmasına sebep ben olmayı hiç istemiyorum. “İki yanlıştan bir doğru çıkmaz” demiş eskiler. Üstelik kırılmama sebep olan kişi, ilahi adalet çerçevesinde bir şey yaşasa, bunu bile görmek istemiyorum. Görüp de “oh olsun” deyip, kendi egoma yenilmekten ve kibirlenmekten korkuyorum.

İyi insan olmanın, toplumda kabul gören davranışlar bütünüyle yaşamak değil de kalbimle onayladığım davranışlar bütünü olduğunu düşünüyorum. Çünkü kanımca; iyi insanın yastığa başını koyduğunda vicdanına hesap vermek zorunda olmayan insandır.

Beni ben yapan ve başka bir devrin insanı olduğumu gösteren başka konulara da vardır mutlaka ama şimdilik aklıma gelenler bunlar.

İşte böyle…

Bu aralar çok sık tekrarlar oldum bunu; kalbim bu asrın dengi değil.

Bu arada şimdi öğrendim, bu bir uhrevi bir kitabın adıymış ama ben hiç bu hissiyatla yazmadım. Zaten o mevzulardan da pek anlamam 😊

*Düşündüğünüz, söylemek istediğiniz, söylediğinizi zannettiğiniz, söylediğiniz, karşınızdakinin duymak istediği, duyduğu, anlamak istediği, anladığını sandığı, anladığı arasında farklar vardır.

Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 olasılık vardır.”

Fonda, Murat Evgin – Mektup çalıyor. Dinleyiniz..

 

 

 

Değişimden Öğrendiğim Beş Motto

Geçen yılın en güzel anıları başlığı altında yer alacak türden bir etkinliğe katıldım, 22 Aralık 2021’de. Yine bir bahar çocuğu ve bir şeyi başlatma enerjisine sahip biri olarak 22 Aralık tarihine de hemen bir anlam yükledim. 21 Aralık en uzun geceyse 22 Aralık günlerin uzamaya başlamasının ilk günü 😊 Nerden pozitiflik bassam da karanlık sabahlara uyanmanın son bulmasına bir bir gün saysam diye düşünüyorum resmen. Neyse konuyu dağıtmayalım.

Web.tv ekibinin “İK’ya Dair Sohbetler” sohbet serisine konuk oldum. Konu başlığımı da kurumsal hayattan uzak ve kişisel dönüşüm temalı olması açısından ‘Değişime Direnme Tadını Çıkar’ olarak belirledim. Enerji seviyesi yüksek ekiple tastamam 55 dakika boyunca değişime, dönüşüme ve kişisel farkındalıklarımıza dair birçok konuda sohbet ettik. Fakat bir başlık vardı ki bence yazılası ve arada okunulası dedim, açtım mesai sonrası bilgisayarı… (beyaz yakalılar mesaiden sonra bilgisayar başında vakit geçirmeyi sevmez 😉)

Dönem dönem yaşadığım bazı felaketler ya da felaket olduğunu düşündüğüm konular bir şeyler öğretti bana. Ben de ömrümün yaklaşık %10’unda aşağıdaki konuları kendime düstur edindim. Geriye kalan % X lik kısmında neler neler öğreneceğimi düşünmeden, fütursuzca yazmak istedim. Hem de bildiğiniz konuşma diliyle yazacağım ki samimiyeti eksilmesin.

1- Özgür olmak hayattaki en önemli şey.

Sokağa çıksak, özgürlük nedir desek… Birbirinden alaksız, belki de birbiriyle benzeşik bir sürü tanım duyabiliriz. Ama yaşamımın kronolojik sıralamasına baktığımda benim özgürlük yorumlarım şöyle;

*yaş 10-15: Özgürlük, istediğimiz her şeyi yapmak. Woaww! Ne kadar cezbedici.

*yaş 23-28: Özgürlük, başkasına zarar vermeden istediğimiz her şeyi yapmak. Ugh! Ne kadar politik.

Bugün şundan çok eminim ki bence özgürlük bunların ikisi de değil. Asıl özgürlük istemediğim şeylere hayır diyebilmem ve reddetme becerim. İstemediğim bir yerde olmamam, istemediğim bir şeyi yapmamam, istemediğim insanları hayatımdan çıkarabilmem gibi gibi. İşte en büyük özgürlüğüm bu.

Ve benim bundan vazgeçmeye hiç niyetim yok. Reddetmek, istediğim hiçbir şeye zoraki evet dememek için elimden geleni yapacağım. Bunu yapabilmek bence özgüveni arttırmak için Anahtar niteliğinde.

2- Ne olursa olsun kendin olmak

Olmadığım biri gibi davranmak bana hep yorucu gelen bir eylem oldu. İşimi yaparken de arkadaşlık ilişkilerimde de hep olduğum gibi davrandım. Ve hatta aile ilişkilerimde bile kendim gibi davranmaktan hiç çekinmedim. Ebeveynlerimin hayallerini süsleyen “hayal ürünü” bir çocuk olmadım hiç.

Dönem dönem beni, daha da ağırlıklı olarak çevremdeki zorlayan bu durum bugün benim hayatımı kolaylaştırıyor. Her şeyden önce yalan söylemeye ve bir şeyleri hatırlamaya hiç ihtiyaç duymuyor, orada şöyle mi davranmıştım, burada böyle mi demiştim ikilemini hiç yaşamıyorum. Yapmadığım bir şeyi söylemiyorum, söylediğim şeyi mutlaka yapıyorum. Tavrım hep aynı olduğu için durumu yönetmek çok zor olmuyor. Bu şekilde yaşamım çok daha kolay oluyor. Haddim olmayarak size de tavsiye edebilirim sanırım 😊

3- İnsanlar plan yapar, Tanrı güler

Hayat boyu planlı, programlı yaşamanın ideal dünya olarak öğretildiği yaşamımda artık buna inancım yok denecek kadar az. Ne için plan yapıyorum ki? Ben plan yapıyorum, güç bana diyor ki; ben ne istersem o olur, boşversene. Bu nedenle uzunca bir süredir plan yapmıyorum, an içerisinde yaşayıp, an içerisinde atlatmaya çalışıyorum. Çünkü her şey olması gereken zamanı bekliyor ve olması gereken zamanda oluyor, çünkü her nasip gerçekten vaktine esir.

Galiba bu şekilde daha az yoruluyorum. Çünkü A planı tutmazsa B yi uygularım derken efor harcıyorum ve A planı çat diye tutunca, B planına harcağım emek çöp! Emeğim çöpe gideceğine, A planı tutmadığı zaman yeni bir emek vermek daha az yorucu gibi geliyor bana. Daha az yorulmak ve daha az yıpranmak istiyorsanız bunu da şiddetle tavsiye ederim 😊

4- Hayatımda bir şey bitiyorsa mutlaka daha güzel bir şey başlayacağı için bitiyordur

İyiyi düşünmenin, iyiyi çağırmanın en kolay ve en zahmetsiz yolu olduğuna inandığım bir motto benim için. Evet, zaman zaman insan hayatında bir şeyler bitebilir, birileri gidebilir ama bu sonların hemen hepsinin peşinden yepyeni güzellikler geliyor. Daha doğrusu yepyeni güzellikler geleceğine inanabildiğim sürece hiçbir bitiş beni üzmüyor ve yormuyor. Çünkü bitişlere direnirsem hayat bana bir ödülle geliyor. Bence evrenin mizah anlayışı bu şekilde.

Buna inanmaya başladığımdan bu yana da hep ama hep güzel şeylerle karşılaştım. Hayatım dört mevsimin her türlü yumuşak ve çetin iklimini yaşasa da yaşama bakışım hep ilkbahar oldu ve oluyor. Ve tabi ki güzellikleri benimle buluşturan güce de sonsuz teşekkürlerimi iletmeyi de ihmal etmiyorum.

5- Değiştiremeyeceğin hiçbir şeyi sorgulama

Toplum olarak şikayet etme ama çözüm üretmeme, sorgulama ve eleştiri konusunda master yapmış insanlar olduğumuza eminim. Her şeyden, herkesten sonsuz bir şikayet ve eleştiri gücüne sahibiz. Üstelik eleştirdiğimiz kadar çözüm bile üretmiyoruz. Sadece sorgulayıp kendimizi yıpratıyoruz. Ben eleştirmeden veya şikayet etmeden önce o konuyu değiştirip, değiştiremeyeceğimi düşünüyorum. Değiştiremeyeceksem üstünde konuşmuyorum bile. Direkt yaşamayı seçiyorum.

Bu konu için verebileceğim en yalın örnek ise hep aynı: İstanbul ve meşhur sorunumuz trafik. Bunu milyonlarca kez eleştirsem durum değişecek mi? Hayır. O zaman sorgulamamak tercihim oluyor. En iyi yapabileceğim, durumu değiştireceğine inandığım birine oy vermek olabilir, o da buranın konusu değil zaten 😉 Veya daha sosyolojik bir örnek vereyim; kendi tercihleri ve yaşam standartları ile mutlu birini neden sorgularız ki? Neden o kişinin benim standartlarımı yaşamasını ve bir de üstelik benim standartlarımla mutlu olmasını isteyip, sırf bunu yapmıyor diye onu sorgulayıp, kendime dert edineyim? Ne gerek var? O da kendi seçimleri ile mutlu diyorum ve sorgulamıyorum. İnanın, hayat böyle o kadar sevilesi bir hal alıyor ki 😊

Web.tv ekibi ile yaptığım sohbetin linkini de şuraya bırakıyorum, belki dinlemek istersiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=dtAu7sQ3aqg&t=397s

Özetle, kendi hayatımı ve başıma gelenleri değerlendirirken izlediğim yöntemim şu:

Bu yazıyı yazarken, fonda Şebnem Ferah-Yalnız çalıyor. Lütfen dinleyin…

Memnun Oldum Sevgili MS

Bu gün 30 Mayıs, MS Farkındalık Günü. MS Multipl Skleroz hastalığının kısaltması. Hastalığın tanımını vs yapmayacağım, google elinizin altında, pekala bakabilirsiniz 😊

Günün anlamına uygun olsun diye MS ile tanışma hikayemi anlatmak istedim. Tabi ki yazacaklarım sadece MS’in bendeki seyrine bakıp yazdığım şeyler, asla tıbbi ve metrik bilgiler içermiyor.

Bana verdiği ilk sinyal 2008 yılı yazıydı sanırım. Bir sabah uyandım, yataktan kalktım ve olduğum yere yığılıp kaldım. Ama o zaman bu durumun bu denli önem arz edeceği konusunda hiç bir fikrim olmadığı için “tansiyonum düştü herhalde” deyip, hayatıma devam etmiştim.

Bu olayın üzerinden 6 yıl kadar zaman geçti ve 2014 yılı Haziran ayında sol ayağım uyuşmaya başladı ve ben yine o zaman bunu topuklu ayakkabı giyiyor olmaya bağladım ve çok önemsemedim. Ta ki bir sabah araba kullanırken ayağımı debriyajdan çektiğimi hissedemeyinceye kadar. O gün bir sorun olduğunu anladım ama asla MS aklıma gelmedi. Kaldı ki böyle bir hastalıktan haberdar bile değildim. O zaman bir hastanenin nöroloji doktoru ile görüştüm, bir çok tetkik yaptı. Hatta BOS testi de yapmasına rağmen böyle bir teşhis koyamadık. Bir takım ilaçlarla uyuşmalarım geçti ve ben yine unuttum bu konuyu.

Üstünden 4,5 yıl geçti ve ben 2018 yılı Aralık ayında keyifli bir akşamın üzerine kitabımı okuyup, uyudum. Sabah uyandığımda kısa bir şok geçirdim; vücudumun sol tarafını hissetmiyordum. Soluma yatmış olabilme ihtimalini düşünüp, o günü öyle geçirdim evimde. Ertesi gün durumun ısrarla devam ettiğini görünce inceden bir stres yapıp bir nöroloji doktorunda gittim. Rutin bir kaç test yapıp, MR çekti ve sinir sıkışması olabileceğini söyledi ve ertesi günü merakla beklemeye başladım. Ertesi gün sonucu almaya gittim ve bana MS olduğumu, artık hayatımı ve beslenme alışanlıklarımı kökten değiştirmem gerektiğiyle alakalı milyonlarca cümle kurdu. Benim hatırladığımsa sadece MS kelimesi ve arkasından gelen asla anlamadığım cümleler ve göz yaşlarımdı. O gün epeyce ağladım, çünkü hiç tanımıyordum bu hastalığı ve tanıdığım bir tane MS hastası kişi vardı, onun da hayatı zor ilerlemekteydi. Sevdiğim bir arkadaşımın nişanlısı doktordu, ona ulaştım hemen. Bana, kendi çalıştığı hastaneden bir doktordan randevu ayarladı ve ben Özlem Hanım ile tanıştım. Daha sakindim sanırım, göz yaşlarım dinmişti ama aklımın içi duman altında kalmış küçük bir oda gibiydi. Özlem Hoca bana bunun bir ihtimal olduğunu ve tetkik yapmadan netleştirmenin doğru olmayacağını anlattı. Fakat ben o hafta sonu Kars’a gezmeye gidecektim ve o an fark ettim ki seyahate gidememe ihtimali de ağlamama sebep olan konulardandı. Ama Özlem Hoca sağ olsun bana 3 günlük tedavi uyguladı ve kendi hocasından randevu almama destek olup, benim seyahate gitmemi de sağladı. 😊 Gidemesem çok üzülürmüşüm ve üzülmemek lazımmış 😊 Hayran olduğum ve bayıldığım bakış açısı buydu galiba 😊

Hemen ertesi gün Prof. Dr. Ömer Hoca ile tanıştım, bütün hikayeyi baştan sona anlattım. Epey gülümsemeli ve çok dostane bir yarım saat geçirdik hocayla. Sonrasına bana BOS testini tekrarlamamız gerektiğini söyledi ama ne var ki hayatım hep olduğu gibi muhteşem hareketliydi ve yüksek lisansımın son dönem sınavlarına gidecektim. Neyse bir takım ilaçlar ile hem Kars seyahatimi hem de yüksek lisans sınavlarımı geçirdim. Döndüm ve dııııt haydi bakalım üniversite hastanesi yolları derken bir günlük de hastanede yatma macerası yaşadım. BOS işlemini önceden tanıdığım için biraz geyik muhabbeti ile testi uyguladılar, tabi ki ben yatma konusunda maksimum 2 saat dayandığım için sonraki bir haftam ağrılı sancılı geçti ama nihayetinde geçti. Raporlu olduğum sürede bol miktarda dizi izledim ve bolca okudum, eh biraz da çalıştım.

Üç haftalık süre tamamlanınca hastaneden aradılar ve tahlil sonucunun geldiğini söylediler. Uçarak gittim hastaneye, kağıdı elime aldım, ve bana anlamsız gelen cümleler içinde bir “pozitif” gördüm ve dedim ki evet sende bir şey var ama ne? Koşarak Özlem Hoca’ya geldim. O bana anlayışlı ve sakin bir tavırla; “evet, artık MS hastası olduğunu biliyoruz ve ben psikolojik yardım almanı öneriyorum, çünkü bu kolay kabul edilebilen bir hastalık değil” dedi. O an sanırım 30 yıllık yaşamımı 10 saniyede düşündüm ve yürek yemiş deli cesaretiyle şöyle bir cümle kurdum: “Hayır, ben engelli bir babanın çocuğuyum ve bu durumun benim hayatımı ne kadar etkileyeceğini anlatırsanız, aşarım, kabullenirim.” Bilmiyorum, şimdiki aklım olsa böyle bir cümle kurabilir miydim ama o an nasıl bir ruh hali ile kurduğumu bilmediğim o cümleyi bu gün “iyi ki kurmuşum” diyorum.

Tüm bunlar yaşanırken benim İstanbul maceram başlıyordu ve ben yeni bir hayata merhaba demek üzereydim. Muğlak olan bir başlangıca, muğlak bir de hastalık eklenmişti.

Artık ömür boyu benle olacağını bildiğim bir yol arkadaşım vardı ve birbirimizi yavaş yavaş tanıyacaktık.

İstanbul’a geldim ve şuanda da tedavi sürecimi yürüttüğüm Serkan Hoca’m ile sosyal medya aracılığı ile muayene günümü kararlaştırdık ve ben Şubat 2019’da kendisi ile yüz yüze tanıştım. Tabi ki ilk gidişim, kafama kırk tilki, kırk soru, kırkı da birbiri ile dost ama kırkı da birbirine yabancı. Elimde üç beş kağıt parçası, girdim hocanın odasına. Biraz sohbet biraz muhabbet derken ben sorularımı sordum, o bıkmadan cevapladı. Bu gün bana ne kadar saçma gelen soru varsa hepsini Serkan Hoca’ya sordum, itiraf ediyorum 😊 Şimdi düşündükçe “ne saçmaymış” diyorum. Ama Serkan Hoca bıkmadan usanmadan cevapladı. Sonra bana 2-3 farklı tip tedavi sundu ve seçmemi istedi. Ben ise hayatımın her anında ilk intibalara sonsuz güvendiğim için Serkan Hoca’ya ve mesleki tecrübesine duyduğum güvenden dolayı; hiçbir şey seçmek istemediğimi, hekimime güvenmek istediğimi ve onun önereceği tedaviyi uygulayacağımı söyledim. Bunu bu gün nasıl düşündüğümü açıklayamam belki ama o gün nasıl bir kafa ile karar verdiysem, yaklaşık 1,5 yıldır hep “iyi ki” diyorum. Sonrasında bana haftada 3 gün kendime bir iğne uygulayacağımı söyledi, başta panik ile hayatımın şeker hastaları gibi mi devam edeceğini sorduğum zaman sevgili doktorum bana yine hayat dersi olacak bir cümle kurdu:

“Yapma Ümmühan, şeker hastaları günde 5 kez iğne yapıyor, sen haftada 3 kez yapacaksın, insafsız olma!”

Sonrasında bu cümle benim kendime haftada 3 kez tekrar ettiğim ve hastalıkla ilişkimi yönetirken yolumu aydınlatan cümle oldu. Serkan Hoca ile bir yıldan fazladır tedavi yada baskılama konusunda görüşüyoruz, bir gün bile başka bir doktor ile bu konuyu konuşma yada başka bir doktordan fikir alma ihtiyacı hissetmedim.

Benim MS ile tanışma hikayem bu şekilde gelişti. MS ile yaşarken neler hissettiğimi, neler öğrendiğimi, nelerin farkındalığına ulaştığımı başka başka pasajlarda ara ara yazarım.

Bu gün MS Farkındalık Günü ve ben ülkedeki bağışıklık sistemi güçlü olan ender insanlardan olduğumu düşünüp, bunun için de hayata teşekkür ediyorum!

 

32’ye Merhaba Derken

 

Neden böyle bir yazıyı kaleme almak istedim diye düşündüm epeyce ve şöyle bir cevap buldum kendimce: Hayatımın dönüm noktası olduğuna inandığım anları kayıt altına alma arzusu…

Geçen sene doğum günümün ardından, kendimi çok değişik ruh halleri içinde bulmuştum ve her zaman olduğu gibi bunu babama anlatmıştım.

Şöyle demiştim: Baba, Ruhsar’ı hatırlıyor musun? Bir Gözüm Abla ve Gözüm Abla’nın altın rengi iki adet kapısı vardı gökyüzünde. Bu sene, yani 30 yaşımı tamamlayınca sanki gökyüzünde öyle iki kapı açıldı ve ben bir buluttan başka bir buluta zıpladım. İnsanlara bakışım, sabrım, olayları yorumlamam, bazı durumları değerlendirmem ve belki bazı zevklerim öylesine değişti ki, kendimdeki değişiklikten korkuyor gibiyim, tuhaf hissediyorum.

Babam ise tam yaşına yakışır bir şekilde ez cümle bir cevap vermişti: Sen bir de 40ı düşün!

İşte o an anladım ki her yaş insanda başka bir bakıç açısı, başka bir ruh hali demekmiş… Büyümek denen şey tam da böyle bir şeymiş… Bazen gülücüklü olsa da çok zaman sancılıymış büyümek!

31 yaşımı tamamlamaya sayılı günlerin kaldığı, 32 ye merhaba demek üzere olduğum bu zamanda gözlerimi kapatıyorum ve diyorum ki bu yıl hayatımın en çok büyümeli ve öğrenmeceli yılı oldu sanki. Hayata, insanlara, ilişkilere ve arkadaşlıklara dair çok şey öğrenmiş gibi hissediyorum kendimi. Neler öğrendim peki?

Daha konforlu yaşama fırsatını yakalayabilmek için bazen konfor alanını terk etmek lazımmış!

Evet, kulağa berbat geliyor belki ama konfor alanından çıkma cesareti gerekiyor bazen. Bunu yapabilen o kadar az insan var ki… Oysa ki mevcut düzene itiraz edenler değil mi hep iyiye ve güzelliğe ulaşanlar? İnceden anarşik ruha sahip olanlar? O nedenle diyorum ki arada kafayı kırmak ve bir şeylere yürümek değil, koşmak gerekiyor. Çünkü bazen konfor alanımızı terk etmekten korktuğumuz için kapımızı yavaşça tıklatan fırsatlara gözümüzü kulağımızı kapatıyoruz. Kim bilir belki bir gün denemediğimiz için pişman olacağımız şeyler hayatımızdan akıp gidiyor ve biz sadece arkasından el sallamak durumunda kalıyoruz.

Bir işyerinde uzun yıllar çalışmak her zaman “başarı” demek değilmiş!

Yıllarca aynı yerde çalışmayı hep aidiyet göstergesi sanıyoruz çoğumuz ama durumun hiç de böyle olmadığını öğrendim. Aidiyet bu demek değil. Uzun yıllar bir yere emek vermek elbette haz veren bir duygu ama bu duygu bir taraftan da cesaretsizlik sanki. Yeni maceralara atılmama korkusu. Ve aynı yerde çalıştıkça artık oraya da faydasızlaşmaya başlamak. İşletme körlüğü kavramına yenilmek gibi.

Oysaki bir yere aidiyet göstergesi, ayrılmak ile ayrılmamak noktasında aldığımız kararla değil orada iken sergilediğimiz davranışlarımızla ölçülmeli. Aidiyetin ölçüsünün, para kazandığımız yere ne kadar dürüst ve adil davranıp davranmadığımız ile ölçülmesi gerektiğini öğrendim.

 Evlilikler sonsuza kadar sürmek zorunda değilmiş!

Hiç kimse o meşhur deftere imza çakarken sonunun başka bir imza ile olmasını istemez elbette. Ancak bazen daha fazla üzülmemek adına, bazı kararlarda ısrarcı olmamak gerekiyor. Çünkü Tanrı kimseyi yaratırken torpil geçmiyor ve kimsenin yaşamı sonsuz değil, bunu anladım. İnsanın hayallerinde yer almayan hiçbir insanı, eşyayı ve/veya mekanı hayatında tutmaması gerektiğini öğrendim. Ve sonsuz inandığım bir şey var, hayatta her şey insanlar için. İyi şeyler de kötü şeyler de. Mühim olan karşılaştığın bu olayları hangi olgunlukla kucaklayabildiğin.

Kız arkadaşlar, dostlar hayatımızdaki en güzel köşede hep var olmalılarmış!

Hep iyi arkadaşlara sahip oldum ben. Belki şans belki tesadüf bilemiyorum. Hani arkadaşlığın derecelendirmesi, çok arkadaşım az arkadaşım olmaz ama bazı arkadaşlıklara şu sözle özdeşleştirdim: Gerçek dostlar Tanrı’nın vermeyi unuttuğu kardeşlerimizdir!

İşte yaşadıklarımdan öğrendiğim şeylerden en tatlısı bu galiba, en az kendimiz kadar güçlü bir kız arkadaşa sahip olmak bu hayatta edinilebilecek güzel varlık. Çünkü iyi bir dost, akıllı bir kalp ile aynı anlama geliyor. “Akıllı kalp” kavramını da ben yarattım kafamda ve şu demek: Ben ne zaman duygularıma yenilirsem akıllı kalbim bana duygularımı yönlendirme konusunda bir yol açar ve minik bir ışık tutar.

Ebeveynler gerçekten garipmiş! Küçük Prens’de de yazdığı gibi.

Ebeveynler..  Başkalarının meseleleri ile ilgilenirken ne kadar soğukkanlı olsalar da söz konusu kendi evlatları olunca aynı soğukkanlılığı gösteremeyip, makul davranamayabiliyorlar. Bazen evlatlar da ebeveynlere kırılıp, üzülebiliyor.  Kim bilir belki bu da doğanın hormonel dengesidir. Belki biz de anne bana olmadan asla anlayamayacağız onları.  Ve ne diyor Küçük Prens’de:

“Büyükler böyledir işte. Ama bunu onlara anlatabilmek olanaksızdır. Çocuklar, büyükler karşısında her zaman sabırlı ve anlayışlı olmak zorundadır.”

Yalnızlık dünyanın sonu değilmiş!

Herkes hayatında bir kişinin varlığına alıştığında öncesini hemen unutur. İnsanoğlunun doğası böyle, içinde bulunduğu duruma hızla uyum sağlayıp, çabuk unutmak üzerine kurgulu varlıklarız biz.

Biriyle ömür boyu uyum içerisinde yaşamak elbette güzel bir his fakat yaşanan her gün biraz daha zor geçiyor ve giderek uzayan günlere dönüşüyor ise kendini de karşındakini de yormanın anlamı yok. Ve bu kararın sonrasındaki sen her zaman kendine yetersin. Düşünsene, zaten hayatına aldığın kişi de hayatında değilken kendinle baş başaydın. Öyleyse nedir bu insanlardaki yalnızlık korkusu?

Klişe olacak ama sağlık dünyada sahip olunan en büyük nimetmiş!

Hiçbirimiz sağlığımızı kaybetme gerçeği ile yüzleşmeden kıymetini anlamıyoruz. Çünkü ne de olsa doğduğumuzdan bu yana bizimle sağlığımız! İşte o işler öyle değil. Yıllar önce bir öğretmenim söylemişti, bir insanın bir günde vücudunda olan kimyasal reaksiyonları kağıt kalemle yazmaya ortalama bir insan ömrü yetmez diye… Böylesine tıkır tıkır işleyen bir sistemin sekmesi gerçeği ile yüzleşince anlıyor insan kendisine bahşedilen bu lüksün kıymetini. Ben de sistemler biraz kısa devre yapınca bunu daha iyi anladım ve kıymetini bilmeyi öğrendim.

Üstünü kapatırsan hiçbir pişmanlık hayatından uçup gitmezmiş!

Herkes gibi pişmanlıklarım oldu, bazıları büyük bazıları küçük.. Ve içime attığım hiç bir pişmanlık yaşamımı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Hep benden bir şeyler aldı, götürdü. Pişmanlıklarımı ilgili kişisine anlatıp, sindirip, toprağın altına gömüp, üstüne bir çiçek ektiğimde yaşamımın nasıl sadeleştiğini görme fırsatı buldum.

Ve en büyük silahım, hep dediğim gibi şükretmek kalbi ferahlatmanın en güzel anahtarmış!

Sahip olduğun herhangi bir şey için her gün şükretmek ya da şükredebilmek. Çünkü bence bu bile bir olgunluk göstergesi. Ben mesela uyandığım her güne şükrediyorum ve minnetle başlıyorum. Doğan güneşe, aldığım nefese, iletişim kurabilmeye, kahkaha atabilmeye… Çünkü hayat şükrettikçe güzelleşiyor ve adeta on iki ay bahar kıvamına bürünüyor.

Hayatıma minnet duyarken hissettiklerim asla Pollyannacılık değil. Sadece iyimserlik. Çünkü ben eminim ki iyi düşündükçe, dil iyiyi söylüyor. Dil iyiyi söyledikçe kalp iyiyi hissediyor ve hep iyilik buluyor insanı. Evrenin çalışma prensibi bu. Ayrıca “iyimser” insanlar daha geç yaşlanıyormuş, demedi demeyin